Taş ve Şarap: Bir mübadil torunu anısı

Bir Eylül sabahı Kavala’dan (Καβάλα) çıktım yola Petros’un arabasında. Kavalalı Petros dedemin doğduğu köy olan Komnina’ya (Κομνηνά) ilk ziyaretimde yoldaşım oldu. Komnina İskeçe’de (Xanthi – Ξάνθη) bir köy, eski adıyla Kurular. Komnina yolunda dedemi ve Bursa’nın Gündoğdu (Palladari – Παλλαδάρι, ya da Filedar) köyündeki çocukluğumu düşündüm. Rodop dağlarını yavaşça tırmanırken zeytin ve incir ağaçlarının kokusu geldi burnuma. Bir yandan Petros ile muhabbet ediyor, diğer yandan yolun güzelliğine dalıp gidiyordum. Ne kadar güzel bir yoldu bu. Köy meydanında Dimitris ile buluşacaktım.

Dimitris ve ben

Bundan aylar önce bir Facebook mübadele grubuna dedemin köyünü görmek istediğimi yazmıştım. Dimitris bana hemen mesaj atıp beni karşılayıp gezdirebileceğini söylemişti. İşte bizden biri demiştim içimden. Dimitris de benim gibi bir mübadil torunuydu. Benim dedelerimin zorunlu göç yolu İskeçe-Kurular’dan Bursa’nın Gündoğdu köyüneymiş, onun dedelerininkisi Samsun-Erikli’den Komnina’ya. Farklı yollar, benzer hayatlar. Dimitris hayvancılıkla uğraşıyor, aslında Komnina’nın hemen yanı başındaki başka bir eski Türk köyünden kendisi, eşi de Komnina’lı bir Giresun mübadili. Komnina’ya varınca köy meydanında buluştuk, Osmanlı zamanından kalma ulu bir ağacın altına oturduk. Anında Türk/Yunan kahvesi geldi ve başladık muhabbete. Dimitris de benim Komnina’ya gittiğim gibi Samsun’a gitmiş, gezmiş. Bana Komnina köyünü ve tarihini anlatmaya başladı.

Kurular olmuş Komnina

Komnina’da bugün 150 kişi yaşıyor sadece. Gençler zamanla büyük şehirlere ve yurt dışına göçmüş. Köyün üç büyük mahallesine Karadeniz’in farklı bölgelerinden gelen Pontus Rumları yerleşmiş. Biraz güldük beraber bu duruma- aynı köyde farklı göçmen gruplar… Bizde de öyle, Gündoğdu köyünde… Pomaklar ve İskeçeliler. Aynı yolun tozunu yutsa da yoldaşlar kolay birleşmiyor farklı anadan kardaşlar 🙂 Dimitris’in atalarıyla göç yollarımız farklı, ama hikayelerimiz aynı. Topraklarından ve evlerinden koparılan dedelerimiz, ninelerimiz birleştiriyor bizi. Dimitris’le konuşurken bir yandan çevreme bakıyordum. Arkamızda tütününü saran bir köylü oturuyordu, uzakta da bir iki kişi, o kadar. Sessiz, sakin bir köy. Oturduğumuz meydanda bir kadın heykeli çarptı gözüme. Hemen sordum biraz da korkarak, belli ki bu kadın bir kahraman, ya da bir kurban. Umarım Türkler öldürmemiştir dedim içimden bir yandan. İnsan bazen kendi yapmadığı şeylerden suçlana suçlana suçlu hissetmeye başlar yok yere. Bizim biraz kollektif hissimiz bu bazen. Heykel ikinci dünya savaşı yıllarında Bulgar askerleri tarafından katledilen birisine aitmiş. O zor zamanlar hakkında konuştuk biraz, Dimitris’in ve Petros’un gözleri doldu. Sanki havayı değiştirmek istercesine Türklerden kalanlar hakkında konuşmaya başladık hemen. Kahveler bitti, sıra Komnina’da Kurular’dan kalan ayak izlerini bulmaya geldi.

Komnina’daki Kurular: Dedemin ayak izleri

Meraklı gözlerle çevreme bakmaya devam ediyordum. Ağaçlar, evler, mahalleler. Peki dedemin ayak izleri neredeydi? Türklerden neler kalmıştı Komnina’da? Kurulardan geri kalan sadece hikayeler mi, yoksa var mı bir ağaç, var mı bir taş parçası? Varsa nerede?  Dimitris’e sordum neler kalmış diye. Gölgesinde oturduğumuz ağacı ve biraz ileride bir başka ağacı işaret etti – bu iki ağaç kalmıştı Osmanlı’dan. Kalktım resimlerini çektim. Biraz içim burkuldu, başka bir şey yok muydu? Bir ev, bir duvar? Köydeki mahallelerden birisinin adı “Feleki” mahallesiymiş: bildiğiniz Felek. Köyün en zenginiymiş vakti zamanında, mahallenin ismi ondan gelmiş. Bir onun evi, bir de harabe halinde başka bir ev kalmış Türklerden. İçimde (u)mutlu bir kıpırtı…. Yani bir şeyler vardı: dedemin, büyük babaannemin yürüdüğü yolları görecektim belki de. Hemen Petros’un arabasına atladık üçümüz, yavaşça ilerlemeye başladık köyde. Solda bir kilise gördük. Dimitris o kilisenin muhtemelen önceden bir camii olduğunu söyledi, şaşırmadım. Bizim memlekette de kiliseler camii yapılmış. Yıkılıp yok edilmesinden iyidir dedim içimden. Dar toprak bir yolda ilerlerken arabayla bir yandan muhabbet ediyorduk Dimitris ile. Pontus Rumları Komnina’ya göç ettiğinde ilk başta bir iki yıl Türklerle aynı evlerde yaşamışlar. “Zor olmamış mı?” dedim. Gülümsedi, kolay olmamış. Ama “çok güzel yaşayıp gitmişler, biz dedelerimizden kötü hiçbir şey duymadık” dedi Dimitris. Anneler bebeklerine Türkçe konuşurmuş o zaman dedi Dimitris, Türkçe köyde kullanılan bir dilmiş.

Toprak yolda ilerlerken birden duruverdik. Sağda solda pek bir şey göremedim. “İşte köyde Türklerden kalma iki evden birisi” dedi Dimitris – bir harabe. Çatısı yok, sadece taşlar var, ama pencere ve kapıların yerleri belli. Virane evin içine tırmandım, hemen yanı başında bizim Gündoğdu’daki gibi bir incir ağacı vardı. Bir video çekmeye başladım babama göndermek için, bir yandan da anlatıyordum videoda neler gördüğümü – birisine hemen anlatmalıydım çünkü, tarihin içinde yürüyordum, üstüne basıyordum. Belki de büyük büyük dedem, büyük babaannem, dedem bu eve girdi çıktı, önünden geçti, bu mahallede yürüdü. Bir yandan dikenler kesiyor kanatıyordu bacaklarımı, hiç aldırış etmedim. Fotoğraflar çektim, evin tarihini içime soludum. Taşları inceledim duvarlardaki. Eğildim ve küçücük bir taş aldım iki büyük taşın arasından. Sıkı sıkı sıktım avcumda taşı. Bu taş tarihin tanığıydı, tarihin ta kendisiydi. Cebime koydum hemen. Dimitris’e de söyledim biraz da utanarak, güldü, keşke daha büyük bir taş alsaydın dedi. Etkisinden çıkamıyordum evin. Arabaya doğru yürüdüm. Artık ben aynı ben değildim o evin içine girdikten sonra. Dimitris bana ikinci ev olan Feleki’nin evini göstereceğini söyledi, ama üzülerek eve dış sıva yaptırıldığını ve artık tarihinden eser kalmadığını söyledi. Eve vardık, büyük bir evdi, ama maalesef bende bir önceki harabe evin bıraktığı etkiyi bırakmadı.

Taş ve şarap

Tekrar arabaya bindik. “Köyün girişinde bir otel var oraya gideceğiz şimdi” dedi Dimitris. İlk başta anlamadım nedenini, neden bir otele gidiyorduk ki? Bu oteli daha önce internette görmüştüm, taştan bir kaleyi andırıyordu mimarisi, çok hoş bir yerdi. Taştan duvarların önünde durduğumuzda anladım neden buraya geldiğimizi. Bu taşların bir kısmı Türklerin evlerinden kalma taşlarmış, otelin yapımında kullanılmış. Türklerden kalma başka bir şey daha gördüğüm için sevindim. Otelin bahçesine girerken muhabbet ediyorduk, ben Bursa’daki köyümüzü ve Pomaklar ile İskeçelilerin nasıl yaşadığını anlatıyordum. “Hah” dedi Dimitris, zaten bu oteli işletenler de Pomak. Zaten bahçeyi gezip otele girdiğimizde anladım hemen, lobide sanki tanıdık birisi: sarışın, renkli gözlü, güler yüzlü bir kadın. Gündoğdu köyünün Pomağı gibi… Bahçeyi gezerken oteli işletenlerin köydeki üzümlerden kendi şaraplarını yaptığını söyledi Dimitris. Birer şişe şarap aldık hatıralık. Oradan ayrılıp hemen köyün girişindeki eski bir kral mezarına gittik. Mezar kapalıydı, ama orada olmamızın asıl sebebi kral mezarı değildi, üzüm bağlarını görmekti. Dedemin köyünün üzümleri, ondan yapılan beyaz şarap, ve tarihin içinde ve ötesinde bir yolculuk. Dimitris’i köyün merkezine bıraktık, kendisine çok teşekkür ettim ve vedalaştık. Bursa’ya ya da İsveç’e gitmek isterse benimle iletişime geçmesini söyledim. Kendisine bir de söz verdim: Gündoğdu köyünün tarihini anlatan bir kitap olduğunu söylemiştim ona, bizim köylü birisi yazmış. Kitap çok ilgisini çekti, kitabı bulup ona göndermeye söz verdim.

Rodop dağlarından Kavala’ya dönüş

Dönüşte farklı bir yoldan götürdü beni Kavala’ya Petros: dağlara tırmandık ve tekrar aşağıya indik. Güzel insan Petros. Selanik havaalanında tanıştığımızda ısınmıştı kanım ona. Rodop dağlarından dönüşte bol bol muhabbet ettik, bu yolculuğun onun için de çok güzel geçtiğini söyledi. Sevdiğimiz yemeklerden, futboldan, memleketlerden, ortak güzelliklerimizden ve dertlerimizden konuştuk. Kavala’ya vardığımızda doğduğu apartmanı ve yaşadığı mahalleleri gösterdi bana. Kavala’da birkaç günüm daha vardı. Güzel Kavala, can Kavala. Esnafı, balıkçısı, börekçisi, denizi, havası, sokakları, tarihi ve insanı. Kavala’da deniz kenarında yürürken bir akşam kendime şöyle dedim: ben artık sadece Bursa Gündoğdu’lu Olcay değil, Rodop dağlarındaki Komnina köyünden Abdurrahim’in torunu Olcay’ım.

Son söz

Taş ve Şarap

Bir küçük taş, bir şişe beyaz şarap

Fark eder mi Türk, Yunan, Arap

Aynı denize bakmışız

Beraber aş yapmışız

Geçse de yüz yıl aradan

Buluşuruz denizden ve karadan

Kurular olur Komnina

Filedar olur Gündoğdu

Dedeler kızıp darılsa da, dosttur mübadilin kızı oğlu.

Olcay Sert, 29 Eylül 2024

Published by Olcay Sert

I work as professor of English language education at Mälardalen University, School of Education, Culture and Communication (Sweden).

6 thoughts on “Taş ve Şarap: Bir mübadil torunu anısı

  1. Gerçekten çok güzel kaleme alınmış bir yazı. Benim anne tarafım pomak, büyükanneannem Bulgaristan’dan gelmiş. İki hafta önce Selanikteydim, bir daha ki durağım Kavala olacak kesinlikle. Kanada’dan saygılar, sevgiler

    Liked by 1 person

Leave a reply to Olcay Sert Cancel reply